“Ey gidi Nazım” cümleleriyle başlar bir şair Nazım Hikmet’i anlatmaya. Ben de bu yazımın başlığında “Ey Gidi Nazım”, diyerek başlamak istedim. Nazım Hikmet’i küçük bir köşeye yazarak anlatmak elbette yetmeyecektir. Ancak sizlere Nazım’ın Hopa’nın bir köyünde nasıl yakalandığını ve bu süreçte yaşadıklarını edindiğim bilgiler doğrultusunda paylaşmaya çalışacağım.
1923’ten beri Türkiye Komünist Partisi üyesi olan Nazım Hikmet ve Laz İsmail lakaplı İsmail Bilen, 1928 yılı Temmuz ayı sonlarına doğru Sovyetler Birliği-Gürcistan sınırından kaçak olarak Türkiye’ye giriş yapmış ve Hopa’ya bağlı Peronit Köyü’ne kadar ulaşmışlardır. Hopa’nın 4 kilometre batısında yer alan Peronit Köyü, camisi, bakkalı kahvehanesiyle kıyıda kurulan evlerinin ise Karadeniz’de bilindiği üzere dağınık şekilde konumlandığı bir kıyı köyüdür. O dönemlerde köye ulaşım patika yollardan sağlanmakta olup Nazım Hikmet ile arkadaşı bu yollardan köye kadar ulaşmışlardır. Amaçları Hopa’dan vapurla İstanbul’a gitmeyi planlayan Nazım ve arkadaşının planları ne yazık ki gerçekleşemeyecektir. O zamanlarda Hopa’dan İstanbul’a sadece iki vapur sefer vardır ve bu süre içerisinde Nazım’la arkadaşı Laz İsmail, Piroğlu Mustafa’nın kahvehanesinde biraz serinlemek biraz da dinlenmek için oturmuşlardır. Çay kahve muhabbeti açılmış ve bu iki yabancıyla koyu muhabbetler kurulmuştur hemen kahvehanede. Bu muhabbet içerisindekilerden biri de köyde bakkal esnaflığı yapan Sabri Çiçek’tir. Sabri Çiçek, oğlu tarafından, ‘daha önceleri köye gelen farklı ajanları ve suçluları birkaç kez daha yakalatmış, gönüllü muhbirlik yapan bir vatansever’ olarak tanımlanmıştır. Sabri Çiçek sordukları sorular karşısında Nazım ve arkadaşının verdiği cevapların kendilerinde kuşku yarattığını ve Peronit’te bulunan gümrük muhafaza memurlarına durumu ilettiğini belirtmiştir. Kahvehanede acı türküler söyleyen iki arkadaşın bu durumları karşısında Sabri Çiçek ve diğer kahve eşrafı oldukça duygulanmıştır. Bir süre sonra kolluk kuvvetleri kahvehaneye gelmiş ve Nazım Hikmet ile Laz İsmail’in üzerini aramaya koyulmuş, üzerlerinde bir harita, dürbün ve fotoğraf makinası bulmuşlardır. Bu yakalanış Nazım’ın 17 yıl sürecek olan mahkûmluğunun ilk dönüm noktasıdır. Nazım Hikmet 5 Ekim 1928’de Cumhuriyet Gazetesi’nde ülkeye dönme amacını; “Buradaki gıyabi mahkûmiyetlerimi temize çıkarmak için geldim. Memlekete hareketten önce resmen sefarete müracaat ettim. Bir buçuk sene bekledim ve hiçbir cevap çıkmadı. Bunun üzerine herçibadabad (kaçak) gelmeye karar verdim. Hopa’da bizi yakaladılar.” cümleleriyle açıklamıştır.
Yıllar sonra Sabri Çiçek yakalattığı kişinin Nazım Hikmet olduğunu anlayınca büyük pişmanlıklar yaşayacaktır. Piroğlu Mustafa’nın kahvehanesine oturan yabancıların kim olduğunu anlayamayan ve verdikleri cevaplardan şüphelenerek gümrük muhafaza memurlarına Nazım Hikmet ve arkadaşı Laz İsmail’i yakalatmak üzere ihbarda bulunan Sabri Çiçek’in oğlu bu konuyla ilgili verdiği röportajda; babasının yakalattığı kişinin Nazım Hikmet olduğunu öğrendiğinde çok pişmanlık çektiğini ve yakalattığı kişilerin dönem şartlarında ajan veya başka unsurlardan gelen kişiler olduğunu zannettiğini belirtmiştir.
Hopa’da yakalandıktan sonra kürek mahkûmiyetiyle cezalandırılan Nazım Hopa’daki hapisliğinde şiir üzerine yoğunlaşmış ve edebiyata önemli faydalar sağlamıştır. “Mustafa Kemal döneminde Nazım ders kitaplarında okutuluyordu” diye bir cümle duymuştum bir bilginden. Bu durumun gerçekliğini ne yazık ki net şekilde belirtemiyorum fakat Nazım’ı düşününce çok da imkânsız gibi görmüyorum bu durumu. 3 Haziran 1963 tarihinde geçirdiği kalp krizi sonucu yaşama veda eden Nazım Hikmet’in cenazesi Yazarlar Birliği’nin düzenlediği törenle Moskova’da bulunan Novodeviçiy Mezarlığı’nda defnedilmiştir. Nazım’ın şiirleri Türk Edebiyatında olduğu kadar Türk Milleti için de oldukça önemlidir. Ancak Nazım Oratoryosuna gittiğimizde bir kez daha, bir gerçek yüzümüze tokat gibi çarpmıyor değil. O gerçek; “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala.”