BİR ZAMANLAR MERSİN

Abone Ol

50-55 yıl kadar önce Gümrük Meydanı’nda, bugünün Ulu Cami’nin bulunduğu yerde buluşur, araç akışına kapatılmamış Atatürk Caddesi’nin kaldırımlarından Çamlıbel’de Aşıklar Parkı’na kadar yürürdük. Belediye binasından Aşıklar Parkı’na kadar, üstünü bitkilerin ve çiçeklerin sardığı pergolalar vardı.

Evler tek katlı, iki katlı ve bahçeli idi. Hava çiçek kokardı. Yürürken yeni katılanlar olur, birlikte çıktıklarımızın başka gruplara katıldıkları olurdu… Pek başka eğlencemiz yoktu. Bakışlarımız karşı kaldırımdan gülümseme gönderecek kızı arardı.

Yaşamımın ikinci yarısında ve Mersin’in bugününün yaşamında önemli yeri olacak, o zamanlar boş Halkevi binasının, bugünün opera kurumunu barındıran Kültür Merkezi’nin önünden geçerdik… Yaz aylarındaysak, bugünün Güneş İşhanı’nın yerinde olan, Güneş Sineması’nın yazlık üst katında, açık hava sinemasında; kış aylarındaysak kapalı alt katta, yerli ve yabancı filmler seyrederdik. Jerry Lewis’e çok gülerdik. Yeşilçam kilometrelerce film üretiyordu. Bazı filmler hıçkırık sesleri eşliğinde seyrediliyordu. Yazlık sinema bolluğu vardı: Eser, Lale, Kervan, Hilal.

Meyve sucular vardı, bir tanesinin ismini hatırlıyorum: Canatan. Sosisli sandviç veya tavuklu sandviç yiyebildiğimiz bir iki yer de vardı. Tantuni yoktu o zamanlar. Atatürk heykelinin tam karşısında ve Güneş sinemasının hemen yanında çay bahçelerine Coca Cola yeni yeni gelmeye başlamıştı, nasıl söyleneceği konusunda tereddütler vardı.

Ortodoks kilisesinin karşı tarafında, çarşıdakilere göre daha lüks bir açık hava pavyonu vardı. Akşamları bugün Kültür Merkezi’nin otoparkı olan yerden, açık hava sinemasından çıkınca, pavyonun orkestrasının müziğini dinler, girmeyi aklımızdan bile geçirmezdik, Zaten çocuktuk. Orkestrada çalan bazı İstanbullu gençler sonraları yürüyüş arkadaşlarımız olmuştu.

Genç, sözü dinlenilen, efendilik de taslayan fakat bulaşılmayan kabadayılar vardı. Aralarında kavga ettiklerini duyardık. Stadın önünde fener yanında Akdeniz Plajı’nda yüzüp kumsala çıktıklarında birileri genç kabadayıya havlu tutar, ayaklarına su dökerdi. Kabadayılık raconu vardı. Bir gece bir genç kabadayının öldürüldüğünü duymuştuk. Çirkin Kral Yılmaz Güney daha ortada yoktu. Mafya sonradan türedi. Tatillerde öğleden önce Akdeniz plajında yüzer, öğlen yemeklerinden sonra uyur, sonra da caddeye çıkardık.

Sinema vardı, televizyon yoktu, bilgisayar yoktu. Viski ve yabancı sigara kaçaktı, Amerikan pazarı adını taşıyan yerlerde satılırdı. Öyle bir yerden jean pantolon almıştım. Babam: “Çıkar o amele pantolonunu” demişti. Bizim evde bir çay partisi yapayım demiştim, ablalarım ve İsveç’ten gelmiş eniştem destek, anneannem ve babam onay vermişti, bol miktarda erkek, fakat tek bir kız gelmişti: Grasya Strumza. Ben değil, annem Bayan Matilt’e telefon ederek Grasya’yı davet etmişti. Erkekler tek tek sırayla Grasya ile dans ediyor, sonra da Grasya’ya teşekkür ediyorlardı.

“Hadi git buz al” derlerdi. Parmaklarım donarak Yoğurt Pazarı’ndan eve kalıp buz taşırdım. Akrabalarımız Zeynep ve Ziya Arıkan ailesi buzdolaplarını önce aldılar. Kızları Ayşe ve Ülker arada bir öğlenleri bizim eve buzdolaplarından buz getirirlerdi. Fransa’dan getirdikleri klasik müzik plaklarını ilk kez onlarda dinlemiştim. Bazı melodileri tanıyordum, örneğin Verdi’nin La Traviata’sını, çünkü halam evde piyano çalıyordu. Girit’te öğrenmiş küçük yaşta.

Öğleden sonraları Hilal Sineması sokağına fırına simit almaya gönderilirdim. Poşet çay yeni çıkmıştı, küçük cam çay bardaklarına poşet konunca su taşıyor, poşeti çekince bardakta çay kalmıyordu.

Anneanneler İzmir’den gelince pazar günü minibüs kiralanır, komşu bir aile de davet edilir, şehir dışı Viranşehir’e, bugünün Mezitli’sine gidilir, kıyıda çardak altında evden getirilen yemekler yenir, çay ve bira siparişi verilirdi.

Annem haftada bir gün, bugünün balık pazarına yiyecek alımına gider, kendisini bekleyen, sırtında küfe taşıyan hamala işaret eder, önde annem arkasında yiyecekleri küfesinde taşıyan hamal eve gelirlerdi. Annemin hamalının adı Deli Kemal’di. Deli Kemal’i kaldırımdakiler rahatsız eder, annem müdahale eder “Ne istiyorsunuz bu adamdan, rahat bırakın” derdi. Deli Kemal hızlı konuşurdu, söylediklerini anlamazdım.

Evde dolma piştiğinde babam: “Yine yemek yok bugün, bana bir ton balığı konservesi al” derdi. Bakkal Osman Efendi’ye giderdim “Evde yine dolma mı var?” derdi. Babam akşam üstleri eve koltuğunun altında karpuzla dönerdi. Sinemaya gidilmediği zamanlar balkonda oturulur sohbet edilirdi, babam yoldan geçen tanıdığı yukarıya karpuz yemeğe davet ederdi.

Yıllarca sonra Fellini’nin filmlerini seyrettiğimde, o filmdeki hayat bana tanıdık geldi, zaten deniz aynı denizdi, bizim denizimizdi. Apartmanlar yoktu, tek katlı iki katlı bahçeli evler vardı. Özellikle Çamlıbel yemyeşildi. Çam kalmadı, fakat eski kışlanın palmiyeleri, okaliptüsleri yaşıyor. Eski kışlaya giden yolun iki tarafı eskiden olduğu gibi yine art arda yüksek palmiyeler. Eski yaşamın yerine başka bir yaşam geldi. Çamlıbel’de eski yaşamı sürdürenler de var bugün.

Kendisine ve dostlarına zaman ayırabilenler, bakkalı ile tanışıklık içinde alışveriş edip söyleşenler, işinden evine, evinden işine arabasız gidenler, gezinti yürüyüşüne çıkıp kaldırımlarda söyleşenler, denizi seyredip ağaçlar altında çay içenler var. Artık buz her yerde var, fakat eskiden olduğu gibi evinde olandan komşusuna gönderen, balkonda karpuz yemeye yoldan geçen tanıdığını çağıran; zamanı, sükûneti ve suhuleti bol insanlar azaldı. Az da olsa onlara rastlıyorum kaldırımda, işimden evime, evimden işime yürüyerek giderken.